Murat ÖZBAY

Murat ÖZBAY

ULUSLARARASI MÜDAHALENİN AHLAKİ YÖNÜ

2010 yılının son günlerinde Tunus’la başlayan ve Mısır, Libya, Bahreyn, Suriye gibi yine Arap ülkelerinde devam eden isyan/direniş hareketleri, tüm dünyanın gözü önünde günümüzün ulaştığı haberleşme teknolojisinin de katkılarıyla gayet yakından, sıcağı sıcağına takip ediliyor. Ve bu hızlı haber alma olanağı dolayısıyla bir Arap ülkesinde başlayan isyan, çok geçmeden aynı karakterdeki başka bir Arap ülkesindeki despot yönetime olan halkın birikmiş tepkilerini tetikleyebiliyor ve bu tepkiler kolayca ülke çapında büyük bir isyana dönüşebiliyor. Bu tablo aynı karakteri taşıyan başka Arap ülkeleriyle de devam edecek gibi görünüyor.
Bu ülkelerdeki mevcut zalim, baskıcı otoriteye karşı halkın ayaklanması ve akabinde bununla mücadelesi/savaşı bize yansıyan şekliyle hep kendi iç dinamikleri yani isyan eden halkın eliyle olurken ve bu mücadelenin sonunda, mesela Tunus ve Mısır’da diktatörler koltuklarını kaybederken Libya’da durum tam böyle olmamış, halkın yoğun direnişi (diğer ülkelerde olandan fazla bir güç kullanmasına rağmen) karşısında yönetim pes etmeyerek şiddetle karşılık vermeye devam etmiştir. Şimdiye kadar diğer Arap ülkelerinin kendi yağlarıyla kavrulmayı becerebilmeleri hasebiyle herhangi bir dışarıdan müdahale gerekli olmamışken, Libya’da gelinen bu durum; ezilen, can kaybı veren halka yardım etmek ve diktatöre dur demek için dışarıdan bir müdahaleyi gündeme getirmiştir.

Halkların gerçekleştirdiği isyanlar aslında barışçıl gösteriler şeklinde başlamıştı. Mısır’da ve Tunus’ta iktidarın fiili müdahalelerine karşı bile herhangi bir güç kullanımı söz konusu olmamıştı. Libya’da ise durum farklı seyretti. Hem Libya lideri Muammer Kaddafi’nin tepkisi diğer liderlere nazaran daha şiddetli oldu ve silahsız halkın üzerine paralı askerler saldı, hem de Libya’nın sahip olduğu kabileli yapı hadiseyi kabileler savaşına dönüştürdü. Ancak iki taraf arasındaki güç asla denk değildir, Kaddafi lehine orantısız bir fark vardır. Para, silah, eğitimli asker vb. güç onun elinde iken muhalefetin elinde ne para vardır, ne silah, ne de asker. Bu şartlarda bir savaş olmaz, kıyım olur. Kaddafi ise karakter olarak (psikopat) bunu gerçekleştirecek bir yapıdadır. Onun gözünde halkın (fare, işbirlikçi ve hain olduğundan!) hiçbir değeri yoktur.

Evet, normal olarak bir insan -hangi inançtan olursa olsun- böylesi bir durum karşısında yaşanan zulüm ve kıyımın durmasını ister. Elinde imkan ve güç olsa kendisi zalimi durdurur, zulme engel olur. Güç yetiremediği durumlarda da müdahale edecek bir güç arar. Bu durum, dünyada zalime dur diyen, bir diktatörün halkına, bir halkın başka bir halka zulmetmesine engel olan caydırıcı bir gücün varlığının önemine işaret eder.

Yakın zamanda BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar biraz da ABD’nin zorlaması ile böyle bir vizyon üstlendi ve BM barış gücü, insani gerekçelerle aralarında Bosna, Sudan, Irak ve Afganistan’ın da bulunduğu bir çok ülkeye müdahale etti. En son da Libya’ya müdahale gündeme geldi ve fiilen de gerçekleşti.
Normalde sevinçle karşılanması gereken bu durum, halklar tarafından özellikle de Müslümanlar tarafından kaygı ve endişe ile karşılandı.
Neden?
Bu makalede hazır konu sıcakken, önümüzde Libya örneği varken, Suriye için dillendirilirken uluslararası müdahaleyi tartışmaya açmak istedik.

***
Vicdan sahiplerinin, böyle bir gücün varlığına ve gerekli durumlarda müdahalesine itiraz etmeyecekleri aşikar olduğu halde “tartışılacak ne var” demek mümkün. Aslında tartışılan müdahale değil, müdahaleyi gerçekleştiren gücün sabıkalı olması. Tartışma tamamen müdahale edenin kimliğiyle alakalı. Müdahil olan kim? Batı ve ABD’nin öncülüğünde BM’nin onayı ile NATO. ABD ve Batı, hayata ve dünyaya emperyal gözlüklerle bakmakta. Yapıp etmelerini belirleyen temel dinamik, menfaatleri; ilke yok, ahlak yok. Halkları menfaatleri icabı (Kaddafi de dahil) zalim diktatörlere mahkum eden, bu zalimlere akıl hocalığı yapan, besleyen ve güçlendirenler de onlar. Ve bugün, miadı dolan diktatörleri (sanki dün sırtlarını sıvazlayan onlar değilmiş gibi, sanki kendi adamları değilmiş gibi) yalnız bırakanlar da onlar. Bir yerde halka destek verirken başka yerde halka silah doğrultanlar da onlar. Üstelik bu güç, sabıkalı. Nereye müdahil olursa orası cehenneme dönüyor, gittiği her yere kan, gözyaşı, ölüm taşıyor. BM ve NATO ise işte böyle ilkesiz ve ahlaksız bir gücün emrinde olan kurumlar.

İşte bu yüzden Batılı devletlerin, özellikle de Fransa’nın Libya’ya müdahaledeki istekliliği, aceleciliği müdahaleyle ilgili endişeleri artırıyor. Müdahalenin gerekliliği, zamanlaması, niyeti, nasıllığı vb. pek çok konu uluslararası camiada özellikle de Müslüman halklar arasında tartışılıyor. Tartışılması da gerekli. Zira böylesi bir gücün kimin elinde olduğu, nasıl müdahale ettiği, hangi yöntem ve araçları kullandığı, nasıl bir niyet ve amacı olduğu da gücün varlığı kadar önemli. İlkesiz ve ahlaksız bir güç ancak zulüm üretir, yıkım üretir, kan ve gözyaşı üretir. Zulme karşı olması da bu durumu değiştirmez.

İşte Afganistan: 11 Eylül olaylarından sonra “özgürlük harekatı” adı verilen bir operasyonla ABD ve Batılı güçler tarafından müdahaleye maruz kaldı, müdahale işgale dönüştü. Bu işgal/müdahale, 11 Eylül saldırısının sorumlusu olarak gösterilen ve bu ülkede barındığı iddia edilen Usame Bin Ladin’i ele geçirmek, bölge insanını yoksulluktan/sefaletten kurtarmak ve çağ dışı Taliban rejimini devirmek gibi çok sağlam! gerekçelere sahipti. Fakat işgal 10 yıldır sürüyor ve değişen tek şey, işgalin en büyük gerekçesi ve yıllardır sürdürülen korku imparatorluğunun baş unsuru ve öcüsü olarak kullanılan Bin Ladin’in daha yeni, ölü olarak ele geçirilmiş olmasıdır. Ama bu flaş gelişme bile bölge için pek anlam ifade etmeyecektir. Çünkü bu zamana kadar on binlerce sivil hayatını kaybetti ve Taliban hala mevcudiyetini koruyor. Ülkeye ne demokrasi geldi ne de özgürlük, ne barış geldi ne de refah, kaybeden hep Afgan halkı oldu.

Irak’ta ortaya çıkan tablo da farklı değil ne yazık ki. Onca yıl işbirlikçilik yapan Saddam Hüseyin; işgalci/saldırgan olması, diktatörlük yapması ve en sonunda “kitle imha silahları” bulundurması gibi yine son derece haklı! gerekçelerle gözden çıkarıldı ve ülkesine müdahale edildi. Neticede Irak’a demokrasi ve özgürlük gelecekti. Şu ana kadar 1 milyondan fazla Iraklı öldü ve ülkeye demokrasi ve özgürlük değil; ölüm, açlık ve kaos hakim oldu. Bu örneklerin dışında, Bosna’da BM Barış Gücü nezaretinde Sırpların soykırımı gerçekleştirmiş olması da endişeleri arttıran başka acı bir olay olarak tarihe geçmiştir.

Son yüzyılda Batı’nın, müdahalede bulunduğu hiçbir yerde özgürlük, demokrasi, halk iradesinin hakimiyeti gibi amaçlardan hiçbiri gerçekleşmemiştir. Zira yapılan müdahalelere ahlak değil menfaatler yön vermekte, ahlakın olmadığı yerde hukuk da anlamını yitirmektedir. Bugüne kadar ahlakı olmayan müdahalelerden hiçbir yerde insanlık adına bir hayır ortaya çıkmamıştır. Bundan sonra da çıkma ihtimali yoktur. Aksine, ahlakı olmayan her müdahale, insanların ve toplumların başına yeni ve daha büyük acılar doğuracak, yeni belalar musallat edecektir.

Siyasi bir konuda herkesin farklı bir tavrının ve yorumunun olması gayet normaldir. Çünkü insanlar, baktıkları açının ve sahip oldukları verilerin mahkumudurlar. Kimine göre taraflardan biri haklı diğeri haksız, kimine göre ise her iki taraf da haksız görülebilir. Ancak “bir topluma müdahale” söz konusu olduğunda, bu bilgi ve yorum çokluğu içerisinde gözden kaçan önemli bir nokta var: MÜDAHALENİN AHLAKI…

Libya’ya müdahale konusu Müslümanlar açısından da zor bir konudur. Zira bir yanda güç sahibi bir diktatör var, masum halka savaş açan; diğer yanda da gittiği yeri cehennem çukuruna çeviren ahlaksız, emperyal bir güç. Müslümanlar açısından durum, tam da “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” deyiminin anlattığı durum. Ve bu durumun müsebbibi başkası değil bizleriz. Keşke Müslümanlar kendi başlarına, Batılı güçlere muhtaç olmadan sorunlarını çözebilseler. Öncelikle Libyalılar zalim diktatörü alaşağı edebilseler. Müslümanlar, Libya gibi örneklerde müdahil olabilecek bir güç oluşturabilseler ya da uluslararası arenada etkinlik kazansalar da müdahaleyi yönlendirebilseler, müdahalelere ahlak ve vicdan ekleyebilseler. Maalesef bunların hiçbirini başaramıyoruz. Libyalı Müslümanların akıbetini ahlaksız bir gücün insafına terk etme zilleti ile karşı karşıyayız. Bir Irak olması, Afganistan’a dönmesi ya da Kaddafi’nin Batı’yla anlaşması neticesinde bir şekilde satılmaları gibi endişeler taşıyoruz. Bu, çaresizliğimiz üzerinde durup düşünmemiz ve acil çözüm bulmamız gereken bir konu. Ne kadar, nereye kadar devam edecek bu durum?

Ama yine de “dünya düzeni böyle” deyip bir köşeye inzivaya çekilmek, ya da bir etkisiz eleman gibi olaylara seyirci kalmak yerine, sorumluluk sahibi her Müslüman bireyin yapması gereken bir tavırla “bu konuya nasıl bir katkı sağlayabilir, çözüm bulabilirim” diye zihnimizi zorlamalıyız. Bu konuda da eleştirmek ve buğzetmek dışında katkılarımız olabilir. Ve bunu da en azından değindiğimiz konunun problemli noktalarına yani müdahalenin ahlakiliği ve hukuku/hakkaniyeti boyutuna değinerek yapabiliriz. Hedefimiz, yapılacak herhangi bir uluslararası müdahalenin, yapanın keyfi uygulamalarına göre değil de standart bir ahlaki, hukuki temelinin olduğu bir yapıyla yürütülmesi noktasında insanlarda güçlü bir bilinç ve kamuoyu oluşturmak olabilir. Engelleyemediğimiz bu durum karşısında en azından bir kamuoyu oluşturma gerekliliğinden hareketle olabildiğince gür bir sesle hak, hukuk ve ahlaklı davranmaya ısrarla davet edebiliriz.

Olaylar geçtiğine ve siyasi aktörler yapacaklarını yaptıklarına göre, olayların duygusallığı ile değil, ilkesel bir bakışla meseleyi tartışabiliriz.
***

Birilerinin, evinizdeki kavgadan dolayı hanenize tecavüz ettiğini düşünün! (Çünkü toplumsal yapı da dokunulurluk veya dokunulmazlık itibariyle haneye benzer) Bu durumda, “haneye/topluma müdahale hangi durumlarda haklı, hangi durumlarda haksızdır?” şeklinde bir soru sormak gerekmiyor mu?
Evdeki sorunların çözümünde olaya dahil olması, her iki tarafça da kabul edilen saygın, sözü dinlenen, akil, niyetinden endişe edilmeyen birileri vardır. Bu öncelikle aile büyükleri ve bu işle görevlendirilen mahkemelerdir. Bu durumda “kim müdahale etmeli” sorusu da önemlidir.
Evde kavga var diye birileri kapıyı pencereyi kırarak içeri girdi, kavgaya karışanların ikisini de (mesela; karı ile kocayı) vurarak söverek ayırdı! Bu doğru bir müdahale şekli midir? Böyle bir durumda bir haneye veya topluma müdahalenin nasıl olması gerektiğini tartışmak gerekmiyor mu?
Birilerinin evdeki kavgayı bahane ederek içeri girdiğini, bir yandan tarafların birbirine zarar vermesini engellerken diğer taraftan bulduğu değerli eşyaları çaldığını veya evdeki çocuklara zarar verdiğini düşünün! Böyle bir durumda bir haneye veya topluma müdahale taraftarı olmadan önce, müdahalenin amacının ne olacağını netleştirmek gerekmiyor mu?

Bu durumda, “müdahaleye kabul edilen gerekçeler neler olmalı?”
“Kim müdahale etmelidir?”
Hangi durumlarda müdahale meşrudur?
“Müdahalenin amacı ne olmalıdır?”
Ve “müdahale nasıl olmalı, hangi yol ve araçları kullanmalıdır?” konularında düşünmek gerekiyor.

Müdahalenin gerekçesi:
1- İnsanların ölmesi üzerine müdahaleye başvurmak yeterli bir gerekçe midir?
“Ne şekilde olursa olsun bir ülkede/toplulukta can kaybı olduğunda buna müdahale etmek gerekir” şeklinde bir ilke benimsenirse şayet, böylesi bir ilkesel bakış, olayın mefhumuna bakılmaksızın bir müdahale tavrı içereceğinden kesinlikle suiistimallere açık olacaktır ve gerçekten hak etmeyen veya hazır olmayan kimseleri de iktidara taşıyabilecektir. Böylesi bir isabetsiz tavır, mevcut otoritenin de bir süre sonra kendinden önceki devrik otoritenin durumuna düşmesini kaçınılmaz kılacaktır.
Bu konuda Türkiye’ye baktığımızda, peşi sıra Arap ülkelerinde yaşanan isyan dalgalarının etkisiyle iktidar karşısındaki ana muhalefet partisinden kimileri de ilk etapta bu durumdan kendilerine vazife çıkarmak istemiş ve “Türkiye’de de benzeri bir baskıcı rejim olduğundan, insanların aynı şekilde isyan noktasına gelirse şaşılmaması gerekir” tarzı provakatif bir söylemi olmuştur. Kürt halkını layıkıyla temsil etme iddiasındaki diğer bir muhalif parti ise bu söylemi daha ileri götürüp, aynı Arap ülkelerindeki gibi halkı örgütleme ve gösteriler tertipleme şeklinde pratiğe dökmek istemiştir. Ama elbette Türkiye’de Arap ülkelerindeki gibi totaliter, baskıcı bir yönetim tarzı ve modeli olmadığından, ülke halkı aradaki ayrımı yapabilmiş ve ortaya konan provakatif söylem veya gösteri çağrılarına prim tanımamış, böylece bu girişimler de sonuçsuz kalmıştır. Ama bahsettiğimiz şekilde uluslararası bir kabulü/standardı olan ilkesel, hakkaniyetli bir ölçü geliştirilemezse, yarın bir gün “ülkede muhalif sesler var” veya “Türkler, Kürt halkını öldürüyor yıllardan beri” argümanıyla bir dış güç, Türkiye’ye de müdahale etme hakkını kendisinde bulabilir.

2- Meşru müdahalenin şartları olmalıdır.
a) Değişim isteyenlerin toplumun genelinden destek bulmaları, sadece bu yetmez; b) Kararlılıklarını, yani değişimi hak ettiklerini; direnerek, acı çekerek ve hatta belli miktarda “can” vererek göstermeleri gerekir. Böyle bir durumda müdahale, “son noktada” bir destek niteliği taşır ve daha sağlıklı olur. “Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.” (Rad Suresi, 11)
Ama muhalefet taban bulamamışsa veya değişimi hak edecek tecrübeye ve olgunluğa sahip değilse; bu durumda müdahale, ya toplumu bölünmeye götürür, ya da kabul görmeyen bir yönetimin yerini, kabul görmeyen bir başkasının almasına sebep olur. Dolayısıyla hiç bir problemi çözmez. Hatta karşıt toplum kesimlerini birbirine daha da düşman ederek sıkıntıları ve karşıtlığı artırır.
Unutmamak gerekir ki, hak edilmeden bulunan değişim hayır getirmez; ne kıymeti bilinir, ne de değişim sonrası süreç sağlıklı işler.

Kim müdahale edecek:
1- Her aklına gelen, “burada insanlar ölüyor” diyerek müdahale edebilir mi?
Eğer buna evet dersek, bugün iyi birisi müdahale eder ve sorun çözer. Ama yarın aynı meşruiyeti kötü birisi kullandığında; ya daha çok can kaybına sebep olur, ya hırsızlık yapar, ya da girince bir daha çıkmaz. Öyle bir ilke ortaya konmalı ki, iyi de müdahale etse, kötü de müdahale etse istismar edemesin.

2- Uluslararası meşruiyet, keyfiliği engellemek için önemlidir.
BM veya NATO gibi çatılar sabıkalı organizasyonlardır. Bugüne kadar hep birilerinin çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Ama her şeye rağmen bu veya benzeri (alternatif) uluslararası organizasyonlar keyfiliğin engellenmesi için gereklidir. O kurumlara rağmen keyfi davranan devletler “kuralı/ilkeyi” çiğnemektedirler. Şayet uluslararası anlamda bir kurum ve belirlediği bir kural/ilke olmazsa, bu haydut devletler kendinden menkul meşruiyetlerini dünyaya dayatabilirler. Ancak uluslararası zeminde belirlenen ilke doğrultusunda, yapılan keyfiliğin ve kuralsızlığın hiçbir meşruiyeti olmayacaktır. Böylece insanlığın ortak vicdanı devreye girecek, er geç o toplumlar insanlık vicdanında mahkum edileceklerdir. Evet, o kurumlarda bugün kötü (karakterli/niyetli) kimseler hakim olabilir ama iyiler de söz sahibi olmaya başladığında ne kadar gerekli kurumlar oldukları daha iyi anlaşılacaktır.

3- Uluslararası kurumlarda etkin olmaya çalışmak gerekir.
Toplumların sorunlarına duyarlı bir insanın yapacağı şey, “kim yaparsa yapsın, ama insanlar ölmesin” veya “uluslararası kurumlar zaten bunların çıkarlarına hizmet ediyor, boş ver onları” demek değil, uluslararası kurumlarda etkin olmanın ve buralarda alınan kararların “ilkeli” olmasını sağlamanın yollarını bulmaktır.

Nasıl müdahale edilecek:
1- Taraflı davranmamak gerekir.
Toplumsal olaylarda taraf tutmak müdahalenin sorumluluğuna (hakemlik) uymaz. Bir tarafa karşı sempati varsa bile iki tarafı da sonuna kadar dinlemek, taleplerinin ne olduğunu doğru anlamak gerekir. (Adamlar belki senin kafanda çizdiğin toplumsal ortamı istemiyor. Belki diktatörü devirip kendi diktatörlüğünü kurmak istiyor. Belki demokrasi değil şeriat getirmek istiyor vs.) Aksi takdirde doğru müdahale yapılamaz.

2- Haklı gerekçeler oluştuğunda bile paldır küldür müdahale edilmez.
Kritik bir aşamanın gereği olarak müdahale, bombalama ile başlayabilir. Ama bu taraflardan birine askeri üstünlük sağlamaktan ziyade tamamen tarafsız, sadece ölümleri durdurmaya dönük olmalıdır. Mesela, bir topluluğu öldürmek üzere olan askeri konvoyun imha edilmesi gibi.
Esas yöntem ise çatışan taraflar arasında adil şartları temin etmek şeklinde olmalıdır. Mesela, dış destekleri kesmek, kitle ölümlerine sebep olan hava saldırılarını engellemek, ekonomik boykot, yiyecek ve tıbbi malzeme yardımı vs. Takip eden süreçte çember her geçen gün daraltılarak; bir yandan hakim gücü müzakereye zorlamak, bir yandan da tarafların kendi arasında uzlaşmalarına imkan vermek. Bu süreç külfetli ve uzun olabilir ama sorun yaşayan topluma en az zarar verecek olan budur. En önemlisi de değişim isteyen tarafın olgunlaşıp değişimi hak etmesine imkan verir.

3- Orantısız güç kullanımı hiç bir durumda onaylanamaz
Hiç bir gerekçe, on binlerin ölmemesi için yüz binlerin ölümüne yol açacak bir müdahaleyi meşrulaştıramaz. Böylesi bir müdahale neticede insanların vicdanından onay alamaz. Dolayısıyla her türlü orantısız durumun da hesaba katılıp daha adil bir müdahale çözümü gözetilmelidir.

Sonuç:
Eğer yapılacak bir müdahaleyi herkesin üzerinde mutabık olacağı genel ahlak ve hakkaniyet ölçüsüne bağımlı kılabilirsek kişisel menfaat ve çıkarların yönlendireceği bir haksız müdahaleyi de önlemiş oluruz. Yoksa adil olan bir yönetimi, sırf çıkarlarına ters düştüğü için devirmek isteyen karşıtlarının/muhaliflerinin uluslararası bir yardım talebi olduğunda, yine aynı çıkarları gözeten uluslararası bir güç, “halk memnun değil” diye yönetime müdahale etmeyi bir hak olarak kendisinde görebilir. Böylesi keyfi ve haksız uygulamalara sebebiyet vermemesi açısından “halk talep ediyor veya memnun değil” şeklinde zuhur eden her gelişmeye müdahaleyle karşılık vermek yerine, öncelikle müdahaleyi gerektirecek şartların belirttiğimiz ahlak ve hakkaniyet temelli ölçülere uygun olması şartı aranmalıdır.
Ortak bir ahlak ve hakkaniyet terazisinden geçerek oluşturulmuş bir müdahale gücü/yaptırımı, hali hazırda halkına zulmeden diktatörler ve despotlar için başlarında Demokles’in kılıcı gibi duracak ve sıranın kendilerine de geleceği endişesiyle diktatörlüklerini sonlandırma yoluna er geç gideceklerdir. Ayrıca böylesi bir ilkeli müdahale gücü, bundan sonra oluşma ihtimali bulunan diktatörlük girişimleri için de caydırıcı nitelikte olacaktır.
İslam insanlığa adalet ve ahlak vadediyor. Bizler olaylara duygusal hezeyanlarla mukabele etmemeliyiz. Adalet anlayışımızı her olaya bakışımızda ortaya koyarak insanlığın vicdanı, adil, emin kimseler olabilmeliyiz. Taraftar gibi hareket etmemeliyiz. Zira taraftarlık adil olmayı engeller. Taraftarlığımız hep hak ve adaletten yana olmalı.
Günümüzün geçerli değerlerinin (Batı kaynaklı) ahlak yönü eksiktir. Bizler; siyasetin, hukukun, uluslararası ilişkilerin vs. ahlaklı olmasını temin edebiliriz.
Bunu başardığımızda, hem Müslüman olarak sorumluluklarımızı en iyi bir şekilde yerine getirmiş, hem de insanlık adına büyük bir iş yapmış oluruz.
– BİTTİ-

Spot cümle: Ortak bir ahlak ve hakkaniyet terazisinden geçerek oluşturulmuş bir müdahale gücü/yaptırımı, hali hazırda halkına zulmeden diktatörler ve despotlar için başlarında Demokles’in kılıcı gibi duracak ve sıranın kendilerine de geleceği endişesiyle diktatörlüklerini sonlandırma yoluna er geç gideceklerdir.

Anahtar kelimeler: uluslararası müdahale, uluslararası kurumlar, Libya’ya müdahale, BM ve NATO, müdahalenin ahlakı, Arap ülkelerinde yaşanan isyan, meşru müdahale, orantısız güç.


Warning: count(): Parameter must be an array or an object that implements Countable in /home/istimderorg/public_html/wp-includes/class-wp-comment-query.php on line 399