Okumak için Mısır’a değil İstanbul İmam Hatip’e git

ed-1

 

Okumak için Mısır’a değil İstanbul İmam Hatip’e git

1951 yılında tekrar açılan İmam Hatip Okulu’nun 133 numaralı öğrencisi Mehmet Yahya Kutluoğlu, İmam Hatip Okulu’nun nasıl açıldığını, Okulun ilk öğrencilerinin neler yaşadıklarını, İmam Hatip Okuluna karşı olan hocalarına rağmen, nasıl mezun olduklarını anlatıyor. O döneme ait sis perdesi aralanıyor…

1929’da Trabzon’un Çaykara İlçesi, Taşçılar Köyünde doğdum. Yedi kardeşin en küçüğü benim. İki erkek, beş kız kardeşim vardı. Babam, Çaykara boğazında, Topal Hoca ( Hacı Lekur) diye bilinen, Mehmet Hanefi Kutluoğlu’dur. Köyümüzdeki Molla Kerim mescidinde, talebe okuturdu. Ağabeyim de kendisinden okudu ve icazet alarak imamlık yaptı. Ağabeyim döneminde İmam Hatip Okulları açılmamıştı. Ağabeyim Mehmet Bekir Kutluoğlu, Fatih Sankiyedim Camii’nde 28 yıl imamlık yaptı. Bu süre zarfında 35 defa teravih namazını hatimle kıldırdı. Ramazan, otuz gün olduğu zamanlarda, on beş günde bir hatim indirirdi. 1970’in son teravih namazında 6 saat, 25 dakikada hatim indirmişti. Ağabeyim, Of’un Çufaruksa Köyü’nde, Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hoca efendiden ( Çufaruksalı Hoca) eğitim alarak hafız oldu. Kur’an ilimleri konusunda bilgiliydi. Kurra idi. yüksek tahsili yoktu. Fatih’te görev yaparken, dışarıdan İmam Hatip Okulunu bitirdi.1988’de vefat etti.

ON BEŞ YAŞINDA İLKOKULDAN MEZUN OLDUM
İlkokula Holo’da başladım. Holo yedi köyden oluşan ve merkezi köyümüz olan bir yerdi. Okul da bizim köydeydi. Üçüncü sınıfı babamın görevli olarak imalık yaptığı Bayburt’un Kitre Köyü’nde, dördüncü sınıfı ağabeyimin imamlık yaptığı Samsun Havza Merkez ilköğretim okulunda, son sınıfı ise kendi köyümde okudum. İlkokulu bitirdiğimde on beş yaşındaydım. İlkokul diplomasını tahsil gayesiyle değil, askere gidince bana kolaylık sağlasın diye aldım. O dönemdeki eğitim anlayışı böyleydi. İlkokul diplomasına da babamın zoruyla aldığımı söylemeliyim. İlkokuldan önce hafızlığımı yapmış, Arapça eğitimimi tamamlamıştım. O dönem; ” Çocuğum önce medresede okusun, şuurlansın sonra okula gitsin” anlayışı hâkimdi. Çünkü okullarda din dersi dahi yoktu. Aileler de bu duruma böyle bir çözüm bulmuşlardı. İlkokuldan mezun olmadan iki ay önce, komşumuzun kızı Mevlüde Hanım ile evlendim.

MISIR’A GİDİP EL EZHER’DE OKUMALIYIM
İlkokul mezun olduktan sonra babamdan okumaya devam ediyordum. Henüz icazet almamıştım. O dönem geçimimizi hayvancılık yaparak sağlıyorduk. Bir yandan babamdan ders alıyor, diğer yandan da günlük işlerimi yapmaya devam ediyordum. Malum evlenmiştim, geçindirmem gereken bir de ailem olmuştu. Mezire ( mezra) dediğimiz yerdeki evimizde kalıyor, bir yandan ineklere göz kulak oluyor, bir yandan da çayırların otlarını kesiyordum. Ablamlar da kestiğim otları, köydeki evimize taşıyordu. İneklere bir şey olursa müdahale edeyim diye, geceleri mezradaki evimizde kalıyordum. Bir gün inekleri otlatırken, Aklıma şöyle bir düşünce geldi; “Dünyanın en iyi dini eğitim veren yerlerinden biri Mısır. Orada El Ezher Üniversitesi var. Büyük âlimler yetiştiren bir üniversite. Ben de oraya gitsem ve eğitimime bu şekilde devam etsem…” Zamanla bu fikir bende de iyice yer etti. O zaman ablamın eşi Trabzon’da esnaftı. Bizim oralarda giyilen kara lastikleri üreten bir fabrikası vardı. O fabrikanın adresini vererek, pasaport müracaatı için bir dilekçe yazdım. O zamanlar eğitim için Mısır’a gidilmesine izin verilmiyordu. Ben de dilekçemde, eniştemin yanında fabrikada çalıştığımı, işlerimizi ilerletmek, bilgimi, görgümü artırmak için Mısır’a gitmek istediğimi yazdım.

EVLADIM; “OKUMAK İÇİN MISIR’A DEĞİL İSTANBUL’A GİT”
Emniyet Müdürlüğü’nde Pasaport işlemlerini yürüten Komiser, beni odasına çağırdı. Odasına gidince masasının çekmecisini açtı ve içinden küçük bir Kur’an’ı Kerim çıkardı. “Okur musun? ” dedi. “Tabi okurum” dedim. Kur’an’ Kerim’i okuduğumu gören polis dilekçeye baktı ve neden Mısır’a gitmek istediğimi anladı. Kara lastik fabrikasıyla Mısır’ın ne bağlantısı var… “Bak evladım” dedi. “Mısır’a okumaya gideceksin değil mi” diye sordu. Ben yok, ne alakası var dedimse de gerçek niyetimi anladı. ” Evladım, Mısır’a gidip okuyup gelirsin. Türkiye’de senin diplomanı kabul etmezler. Sana bir faydası olmaz Türkiye’de bir görev alamazsın. İstanbul’da İmam Hatip Okulları açıldı. Sen git kaydını oraya yaptır. Oradan mezun olunca sana kadro verirler, memur olursun. Askere gidince subay olarak görev yaparsın. Maaş alır, geçimini daha kolay sağlarsın. Mısır’a gidersen bunların hiçbiri olmaz” dedi. Bu fikir benim de aklıma yattı. Köye geri döndüm ve babama söyledim. Babam ileri görüşlü bir âlim idi. “Tamam git, İmam Hatip Okuluna kaydol” dedi.

İSTANBUL’A GELDİM, İMAM HATİP OKULU’NU ARIYORUM
Vapur’la İstanbul’a geldim. Vapur Karaköy yakınlarında bir yere yanaştı. O zamanlar rıhtımlar yoktu. Vapur demir atar, yolcular kayıklarla karaya taşınırdı. Biz de o şekilde karaya ayak bastık. İstanbul’da tanıdığım, akrabam hiç kimse yoktu. “İmam Hatip Okulu açılmış, yerini biliyor musunuz” diye önüme çıkan herkese soruyorum. Dediler ki, Zeytinburnu’na giderken Langa diye bir yer var. İmam Hatip Okulu orada açıldı. Gittim okulu buldum. Eskiden sıbyan mektebi olarak kullanılan, tek kubbeli bir medrese binası. Zübeyir Koç isimli Trabzonlu bir hemşerim, gelen öğrencileri kaydediyor. O bizden yaşça büyük ve ortaokul mezunuydu. Böylece İmam Hatip Okuluna kaydımı yaptırdım. Kayıt olan 133. kişiydim ve numaram da 133 oldu.

OKULUMUZUN KURUCUSU VE MÜDÜRÜ CELALEDDİN ÖKTEN İLE İLK KARŞILAŞMA
Okuldaki eğitim başlamıştı, ben de ertesi gün gittim ve eğitime katıldım. “Celal Hoca” olarak anılan Celaleddin Ökten’i ilk defa derste gördüm. Celal Hoca Arapça hocamızdı. İmam Hatip’in ilk yılında 270 kişi kayıt yaptırdı. Bir numara Mustafa Göl, son numara da Nedim Orhan idi. Okul binamız dar olduğu için çift öğretim yapıyorduk. Yarımız öğleden önce, yarımız öğleden sonra eğitim görüyorduk. İki ay bu şekilde eğitime devam ettik. Yaz tatili geldi çattı. Bize dediler ki; “Memleketinize gidin, iki ay sonra gelin, eğitime devam edeceğiz.” Biz de memleketlerimize geri döndük. İki ay sonra geldik ki, Langa’da ki, okul binasında kimseler yok. Esnafa sorduk; “Okul Vefa’ya taşındı” dediler. Biz de Vefa’nın yolunu tuttuk.

CELAL HOCA İKİ AY BOYUNCA İSTANBUL’U SOKAK SOKAK GEZMİŞ VE OKUL BİNASI ARAMIŞ
Biz memlekete dönünce, Celal Hoca yanında iki öğrencisiyle, semt semt İstanbul’u gezerek okul binası aramış. Maddi desteği de İlim Yayma Cemiyeti sağlamış. Milli Eğitim Bakanlığı okulların açılmasına izin vermiş ama ödenek ayırmamıştı. Celal Hoca, İlim Yayma Cemiyetine gitmiş, durumu anlatmış ve maddi destek istemiş. İlim Yayma Cemiyeti de bu desteği sağlamış. Celal Hoca o dönemde yaşlı bir insan. Yaşına başına aldıramamış Semt semt, sokak sokak gezmiş bütün İstanbul’u. Öğrencileri, Orhan Okay ve Selahettin Kaya’da ona eşlik etmişler. Sonunda Vefa’da eski Zeyrek İlkokulu binasında karar kılınmış. İlim Yayma Cemiyeti binayı satın aldı. İtfaiye bu bina; ” Altı dakikada yanar kül olur” diye rapor vermiş. Ahşap bir binaydı. Merdivenlerinden inip çıkarken, merdivenler gıcırdar ve sallanırdı. İmam Hatip Okulu bu binaya taşınmıştı. “Oh ne güzel bir bina” diye sevinmiştik, okul Vefa’ya taşındığında.

DOKUZ YIL CELAL HOCA’NIN ÖĞRENCİSİ OLMAK
Celal Hoca, birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar Arapça derslerimize girdi. Sonra Yüksek İslam enstitüsü açıldı. Orada da bize iki yıl ilmi kelam dersi okuttu. Dokuz yıl onun talebesi olma şerefine nail oldum. İmam Hatip Okulu bir binaya kavuşmuştu ama hademesi yok, öğretmen yok. Celal Hoca titiz, herkesi beğenmez… Bir kişi hakkında; “Celal Hoca bile bu adamı beğenir” dendiğinde, kimse itiraz etmez o kişi hakkında olumsuz bir şey akla gelmezdi. Celal Hoca bize İstanbul’da kalburüstü, ilmi seviyeleri yüksek olan hocalar buldu. Ömer Nasuhi Bilmen, ( Diyanet İşleri Eski Başkanı) Bekir Haki Yener, ( İstanbul Müftülüğü yapmış) Hasan Basri Çantay gibi hocalarımız vardı. Bazı hocalarımızın maaşları bakanlık tarafından ödenirdi, tahsisat kısıtlı olduğu için Celal Hoca ücretli hocalar da tutardı. Celal Hoca’nın lakabı “Sıfırcı Celal’di.”

CELAL HOCA; ” BAK SİZİ ADAMDAN SAYMIYORLAR”
Celal Hoca yaşlı olduğu için koluna gider evine kadar kendisine eşlik ederdik. Her gün bir öğrenci kendisine eşlik ederdi. Okuldan beraber çıkar, tramvaya biner Beyazıt’a giderdik. Celal Hoca çift gözlü kesesini cebinden çıkartır, Tramvay’ın içinde görevli olan biletçiye, bilet parasını öderdi. Bize para ödetmezdi. Bizim paramızı da kendisi öderdi. Bizim tramvay ücretimiz 3 kuruş, kendisinin 5 kuruştu. Celal Hoca; ” Bak sizi adamdan hesap etmiyorlar, görüyorsunuz sizden 3 kuruş, benden beş kuruş alıyorlar” diyerek bizimle şakalaşırdı. Evine gittiğimizde bazen bizi içeriye buyur eder, bize kitap okutur, sohbet ederdi. Bazen de kapıdan döner, içeriye girmezdik.

İMAM HATİP OKULU’NUN AÇILMASI VE CELAL HOCA’NIN MÜTHİŞ GAYRETİ
1948’de Langa’da, on aylık bir İmam Hatip Kursu açıldı. Celal Hoca’da bu kursa müdür olarak tayin edildi. Kursun hem hocası, hem de müdürüydü. Fakat bu kursu yeterli görmüyordu. Onun aklı fikri, yedi yıllık eğitim verecek bir okul açılmasındaydı. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik ileri Konya’da bir mitingde bir konuşma yapmış. Celal Hoca da bu konuşmayı radyodan dinlemiş. Bu konuşmadan İleri’nin dindar biri olduğu kanaatine varmış. İmam Hatip Okulu’nun lüzumunu, neden gerekli olduğunu ve nasıl olması gerektiğine dair bir çalışma yaparak, Ankara’ya gitmiş. Milletvekili olan talebeleri vardı. Onları bulmuş, meseleyi anlatmış. Görüştüğü milletvekilleri Hoca’ya; ” Tevfik İleri’nin hanımı ondan daha dindardır. Evvela Vasfiye Hanım’a gidip onunla görüşelim. Vasfiye Hanım’a durumu anlatalım. O da Tevfik Bey’e tesir eder. Böylece İleri’yi ikna etmek daha kolay olur” demişler. Önce Vasfiye Hanım ile sonra da Tevfik İleri ile görüşmüşler. Celal Hoca çok güzel konuşurdu. Meselesini, davasını ispat etmekte, Tabiri caizse İmam Azam gibiydi. Celal Hoca, mevcut olan 10 aylık kurstan din adamı yetiştirilemeyeceğini İleri’ye uzun uzun anlattı. Tevfik İleri; “Tamam sen bana bir hazırlık yap getir, bu işi yürütelim” dedi. Celal Hoca hazırladığı Lahiayı (taslak) İleri’ye verir. Celal Hoca, hem doğuyu hem batıyı bilen, kültürlü din adamı yetiştirmek istiyordu. Din adamı hem tarihi hem fizik/kimyayı, hem de matematik, geometriyi ve felsefeyi de bilmeli diye düşünüyordu. Bunun için de okullarda okutulacak bir ders programı hazırlamıştı. İkna olan Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, taslağı talim terbiye kuruluna sevk etti ve Celal Hoca’yı da toplantılara katılması için görevlendirdi.

TALİM TERBİYE KURULUNUN KARARI; ” İMAM HATİP OKULLARI AÇILMASIN”
Talim terbiyede program görüşülmüş. Celal Hoca burada görevli kişilerin cahilliklerini bize anlatırdı. İlmi Kelam’dan, bahseden Celal Hoca’ya; ” İlmi kelam nedir? Siyer hangi ilimdir? diye soruyorlarmış. Kur’an’ı Kerim faslına gelince, talim terbiyedekiler; ” Kur’an yeni harflerle okutulacak” demişler. Eski harflerle okutmak, inkılâplara muhaliftir diye tutturmuşlar. Celal Hoca da; “Kendi harflerinden başka harflerle Kur’an’ı Kerim okunmaz” diye diretmiş. “İllaki yeni harflerle okunacak diyorsanız, bu harflere transkripsiyon yapıp, hangi harf neye karşılık gelir, belirtmeniz lazım” demiş. Kuruldakiler, eski harflerle Kur’an okutulması mümkün değildir diye kesip atmışlar ve görüşmeleri bitirmişler. Celal Hoca tekrar milletvekilleri aracılığıyla İleri’ye ulaşmış ve durumu anlatmış. Kuruldakilerin tavırlarından ne kadar üzüldüğünü, kırıldığını Bakan’a iletmiş. İleri; “Hoca üzülme, ben yarın gelir talim terbiye kuruluna başkanlık yaparım, bu teklifi kabul ederiz, pekâlâ geçer” demiş. Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri ertesi gün talim terbiye kuruluna başkanlık yapınca, bürokrasinin olumsuz kararına rağmen İleri’nin kullandığı insiyatifle taslak kuruldan geçirilir ve meclise sevk edilir. Celal Hoca’nın gayreti, Tevfik İleri’nin becerisi ve bu okulların açılmasındaki samimiyeti büyüktür.

TEVFİK İLERİ BAYINDIRLIK BAKANI OLDU, YENİ GELEN MİLLİ EĞİTİM BAKANI ZAMAN KAYBETMEDEN İŞE KOYULDU
Okullar açıldı. İki buçuk yıl sonra hükümette görev değişikliği oldu. Tevfik İleri Milli Eğitim Bakanlığından alınarak, Bayındırlık Bakanlığına getirildi. Bunu fırsat bilen talim terbiye kurulu, rövanşı almak için okula hemen bir yazı gönderdi; “Kur’an’ı Kerim yeni harflerle okutulacak!”
Celal Hoca; “Bunun mümkün olamayacağını” anlatan bir cevap yazdı ve kurula gönderdi. Kuruldan gelen cevap ise çok sertti; ” Biz senin fikrini sormuyoruz. Bu bakanlığın emridir bu kararı tatbik etmeni istiyoruz” diye bir yazı gönderdi. Yazının ardından da müfettişler geldi.

EVLADIM! BEN BU SAKALLARIMLA POSTUMU CEHENNEME SEREMEM
Müfettişler Celal Hoca’ya dediler ki; “Senin iki eksik tarafın var. Biricisi Atatürk’ü sevmiyorsun, çocuklara da sevdirmiyorsun. İkincisi Kur’an’ı Kerim’i yeni harflerle okutmuyorsun. Bu iki sebepten dolayı, bu okulda müdürlük yapamazsın” Celal Hoca; “Sevmek gönül meselesidir. Ben çocuklara zorla kimseyi sevdiremem. Tedrisatımızda, Atatürk’ü sevin ya da sevmeyin diye bir madde yoktur. Kur’an’ Kerim’in yeni harflerle okutulması konusuna gelince; “Evladım ben bu sakallarımla postumu cehenneme seremem. Kur’an’ı Kerim Allah kelamıdır Allah nasıl gönderdiyse öyle okunur. Yeni harflerle okunmaz. Siz nasıl isterseniz öyle yazın” dedi. Müfettişler yazdılar çizdiler ve Ankara’ya döndüler. Hafta sonu yeni müdür geldi. Celal Hoca’yı müdürlükten aldılar. Güya onu onure etmek için meslek derslerini kontrol etme yetkisi verdiler. Meslek derslerine girecek, yamuk yumuk taraflarını görecek ve düzeltecek. İş olsun yani…

YENİ MÜDÜR, ÖĞRENCİLERİ İMAM HATİP OKULU’NDAN SOĞUTMAK İÇİN GELMİŞ
Yeni müdürümüz Cemil Yener, Türkçe hocasıydı. İmam Hatip Okullarına karşı. Tabii bu arada okul büyüdü. Arkamızdan gelen sınıflar var. İlgi çok büyük okula. Prof. Bekir Topaloğlu, Tayyar Altıkulaç ve Emin Işık gibi gelecekte bu alanda hizmet edecek öğrenciler var okulda. Cemil Yener’in bizim sınıfta dersi var. Biz de son sınıfa gelmişiz. Bizim durumumuz ne olacak, mezun olunca bize kadro verecekler mi, eğitimimize yüksek okulda devam edebilecek miyiz diye soruyoruz. Müdür oldukça pişkin… “Evladım burada boşa zaman kaybetmeyin. Gidin bir ortaokula kaydınızı yaptırın. Buradan mezun olunca size ne kadro verirler ne memuriyet ne de maaş…” Celal Hoca durumu görüyor tabii. Yeni müdürün tavrının ve işin çığırından çıktığının farkındaydı. Öğrencilerle konuşuyor ve onları motive ederek, müdürün söylediklerine aldırmamalarını öğütlüyordu.

YENİ HARFLERLE TAHTAYA YAZILAN BESMELE, ARAPÇA OKUTULAN KUR’AN’I KERİM
Kur’an’ı Kerim hocamız, meşhur kurralardan ve tarihçilerden Ali Rıza Sağman’dı. Kendisinin tecvitleri ve İstanbul’un Fethi’nde İstanbul’un Hendekleri ve İstanbul’un Fethi diye eserleri vardır. Kendisini okula getiren Celal Hoca idi. Ali Rıza Hoca, bir arkadaşımızı tahtaya kaldırdı; “Evladım, yaz bakayım yeni harflerle BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM” dedi. Arkadaşımız besmeleyi tahtaya yeni harflerle yazdı. Ali Rıza Hoca; ” Çocuklar müfettiş gelirse bu harflerle Kur’an okuduğumuzu söyleyeceksiniz” dedi. Eskisi gibi Arap harfleriyle Kur’an dersini vermeye devam etti. Sınıfımızın yüzde doksanı hafızdı. Arapça eğitim almışlar, hepsi medrese eğitiminden geçmiş insanlardı. Ali Rıza Hoca’ya; “Bu durum ne olacak böyle?” diye sorduk. “Merak etmeyin bu iş böyle yürümez, bir süre sonra bundan vazgeçerler” dedi ve Atatürk döneminden bir örnek verdi.

1930’LU YILLARDA TÜRKÇE OKUTLMAYA ÇALIŞILAN MUKABELE VE ATATÜRK’ÜN TAVRI
Ali Rıza Sağman Hocamız 1930’lu yıllarda yaşanan bu olayı şöyle anlattı. Atatürk emretti; “Ramazan’da Beyazıt Camii’nde Türkçe mukabele okunacak!” Dönemin kurralarını topladılar. İçlerinde ben de vardım. Beyazıt Camii’nde, Ramazan’ın birinci günü mukabele okuyacağız. Türkçe mukabele okunacağını duyanlar Beyazıt Camii’ne akın etti. Caminin içi, avlusu, etrafı tıklım tıklım doldu. Kurralar geldi, Atatürk de geldi. Kur’an’ı Kerim’i Türkçe okumaya başladık. Birkaç sayfa okuyunca, cemaat yavaş yavaş gitmeye başladı. Biz okumaya devam ettikçe caminin içi, dışı boşaldı. Camide çok az insan kaldı. Atatürk; ” Tamam kesin, böyle olmuyor, siz bildiğiniz gibi okuyun” dedi. Başladık mukabeleyi Arapça okumaya. Ali Rıza Hoca; ” Atatürk zamanında olmayan iş şimdi hiç olmaz, bu iş bu şekilde fazla yürümez” demişti.

İMAM HATİP OKULUNA KARŞI OLAN MÜDÜRE RAĞMEN EĞİTİMİMİZE DEVAM ETTİK
Cemil Yener iki yıl müdürümüz olarak kaldı. Onun olumsuz tavrına rağmen okuldan ayrılmadık. Celal Hoca’da derslerimize girmeye devam etti. İlim Yayma Cemiyeti İmam Hatip Okulu’na ve öğrencilerine büyük hizmetler yapıyordu. Anadolu’dan gelen talebelerin kalması için yurtlar açıldı. Öğrenciler açılan bu yurtlarda ücretsiz kalıyordu. Okulda öğrencilere öğle yemeği veriliyor, okulun tamiri ve bakımıyla ilgileniyor, hademe tutup parasını ödüyordu. İki yıl sonra Cemil Yener’in tayini çıktı, gitti. Yerine matematik öğretmenimiz vekâlet etti. Daha sonra coğrafya öğretmeniz Gündüz Akbıyık, yeni müdürümüz oldu.
ATATÜRK BÜSTÜNÜN BAŞINDA TUTULAN NÖBETLER
Bu hocamız koyu Atatürkçü bir zattı. Atatürk’ün büstünü okulun giriş kapısına koydurttu. Her gün iki kişiyi, büstün sağına ve soluna diker ve nöbet tuttururdu. Gündüz Akbıyık, faal biriydi. Müftülüklerle görüştü ve Cuma günleri vaaz vermemiz konusunda anlaştı. Her Cuma üç öğrenci hazırlanır, biri kürsüye çıkıp vaaz verir, birisi hutbe okur, diğer öğrenci de Cuma namazını kıldırırdı. İlk sınıflardaki öğrencilerin çoğu medreseden icazet almış öğrenciler olduğu için bu konuda hiç zorlanmadılar. Akbıyık, bir süre sonra görgü ve bilgisini arttırmak için Bağdat’a gönderildi.

YENİ MÜDÜRÜMÜZ MAHİR İZ
İmam Hatip Okul’undan mezun olacağımız yıl, Türkiye’nin meşhur edebiyatçılarından ve mutasavvıf, Mahir İz yeni müdürümüz olarak göreve başladı. Bizim edebiyat ve kompozisyon dersimize girerdi. Mahir Hoca imtihan yapacağı zaman soruları tahtaya yazdırır; ” Çocuklar siz güzel güzel yazın” derdi. Sınıf mümessiline de; Soruları yazınca bana getirirsin” der ve odasına giderdi. Başka derslerde kopya çekerdik ama onun bize olan güvenini sarsmamak için onun imtihanında asla kopya çekmezdik. Sıfır alacağımızı bilsek yine de kopya çekmezdik. Ben biraz güzel yazardım herhalde, hoca kompozisyonlarıma sekiz, dokuz ve on verdi hep.

MAHİR HOCA’NIN BANA AÇTIĞI YOL; YENİ SABAH GAZETESİ’NDE YAZI YAZMAK
Mahir Hoca bir gün beni çağırdı; “Yahya Cağaloğlu’na gideceksin” dedi. “Gideyim hocam” dedim. “Orada Yeni Sabah Gazetesi var, yerini biliyor musun? Diye sordu.
“Yok, bilmiyorum hocam” dedim.
“Sora sora öğrenirsin” dedi. “Yeni Sabah Gazetesinde Hakkı Devrim var. Gazetenin yazı işleri müdürüdür. Bir de Nezihe Araz var, dini konularda yazar. Onlar, seninle görüşecekler. Sana bir şeyler yazdıracaklar. Yazarsın ama paranı da al. Öyle peynir ekmekle çalışma” dedi. Aman hocam ben yapamam, ezilip büzülüyorum. “Ben gazeteye nasıl yazı yazarım, sizi mahcup ederim hocam” dedim.
“Yahu ben seni biliyorum. Sen beni mahcup etmezsin, merak etme. Git ve dediğimi yap” dedi. Yeni Sabah Gazetesine gittim. Hakkı Devrim ve Nezihe Araz ile görüştüm. Dediler ki; Ramazan’da, Ramazan köşesi diye bir bölüm hazırlayacağız. Orada İstanbul’da meşhur olan din adamlarının biyografisini hazırlamanı istiyoruz. Yapabilir misin?” Ben de; “Yazarım” dedim. Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın biyografisini yazıp getirdim. Güzelyazıcı, 1960 darbesinden sonra İstanbul müftüsü olan zattır. O zaman vaizlik yapıyordu. Âlim bir zattı. Yazdığım yazıyı beğendiler ve Ramazan boyunca 40 kişinin biyografisini yazdım. Bayram’dan sonra da Cuma günleri bize dini yazılar yazmaya devam et dediler. Ben de kabul ettim. Gazeteye yazdığım yazılara uzun süre devam ettim. Beyoğlu’nda vaizlik yaparken aldığım maaştan fazlasını gazeteden alıyordum ama şimdi miktarını hatırlayamıyorum.

PORTAKAL KABUKLARI BAHANE EDİLEREK AÇILMAYAN YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ
İmam Hatip Okuluna 270 kişiyle başladık, 40 kişi olarak mezun olduk. Adnan Menderes; “İmam Hatip okulları mezun verdi. Önümüzdeki öğretim yılında onlara yüksek okul açacağız eğitimlerine devam edecekler” dedi. Bizde sevine sevine memleketlerimize gittik. Yüksek tahsil için beklemeye başladık. Eğitim yılı başladı ses seda yok. İstanbul’a geldik İlim Yayma Cemiyeti’ne gittik, sorduk; ” Bir gelişme yok” dediler. Ankara’ya gittik. O zamanlar din adamlarına “Hademe-i Hayrat” denirdi. Ankara’da, Hademe-i Hayrat Federasyonu vardı, oraya gittik. Başkan da Konyalı bir milletvekili. ” Ne olacak bizim durumumuz?” diye sorduk ona. “Milli Eğitim Bakanı yüksek okul açmıyor” dedi. Neden açılmıyor bu okullar, nedir sebep diye sorduk? Başkan bize; Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı, bir İmam Hatip Okuluna ziyarete gitmiş. Girdiği sınıfta kapının arkasında çöpün yanında, yere atılmış portakal kabukları görmüş; “Böyle talebeye yüksek tahsil gerekmez” demiş.
LOKMAYI ASLANIN MİDESİNDEN ALMAK
İstanbul’a döndük ve bir cemiyet kurduk. Bugünkü ÖNDER kurduğumuz bu cemiyetin devamıdır. Yüksek okulun açılması için çalışıyoruz. Tevfik İleri’den Randevu aldık, ziyaretine gittik. Bize; ” Çocuklar, bir tabir vardır, lokmayı aslanın ağzından almak diye. Biz İmam Hatip Okullarını açmak için lokmayı aslanın midesinden aldık. Nasıl olduğunu size söyleyeyim. İmam Hatip Okullarının açılması için toplandık müzakere ediyoruz. Kuruldakilere uzun uzun izah ettim. Bu okulların neden gerekli olduğunu ve açılması gerektiğini. Arkadaşlarımız çoğunlukla okulların açılmasını kabul etmedi. Toplantıya ben başkanlık yaptığım için, kâtibe; “Umumiyetle kabul edilmiştir” yazdırdığım için bu okullar açıldı. Siz merak etmeyin bu okullar devam edecek, yüksek okul da açılacak. Başbakan’ın beyanı var Yüksek İslam Enstitüleri açılacak. Siz gidin Başbakanla da görüşün” dedi.

ADNAN MENDERES’TEN ALINAN RANDEVUYA RAĞMEN MİLLİ EĞİTİM BAKANI YENER, YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜNÜN AÇMAMASI İÇİN ELİNDEN GELENİ ARDINA KOYMADI
Adnan Menderes’ten randevu aldık, Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılması için destek istemeye gittik. Yanımızda bize destek veren 18 milletvekili de vardı. Başbakanlık bekleme salonunda Menderes’in bizimle görüşeceği saati bekliyoruz. Milli eğitim Bakanı Celal Yardımcı da doğudan gelen il belediye başkanlarını Menderes ile görüştürecek o da salonda bekliyor. Yanımızdaki milletvekilleri ona okulları açmadığı için sitem ettiler. Yüksek İslam Enstitülerini açmayarak bizi uğraştırıyorsun, işi yokuşa sürüyorsun diye serzenişte bulundular. Celal Yardımcı’nın sırası geldi, içeri girip başbakanla görüştü ve gitti. Sıra bizim heyete geldi. Onlar da içeri girdiler ama bir türlü dışarı çıkmıyorlar. Biz de merak için de dışarıda bekliyoruz. Vakit uzadıkça uzadı… Sonunda milletvekilleri dışarıya çıktı. Suratları iki karış, küfrediyorlar… Ne oldu? Diye sorduk merakla. Celal Yardımcı Başbakan’ın yanından çıkar çıkmaz, soluğu Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yanında almış. “Aman koş, Menderes’i sıkıştırıyorlar yüksek okulları açacaklar, buna bir çare bul” demiş. Cumhurbaşkanı diğer kapıdan Başbakan’ın yanına girmiş; “Biz Bursa’ya bir çarşı açmaya gidiyoruz, sen de bizimle geleceksin” demiş. Milletvekilleri; “Başbakanım bu çocukların askerlik vakti geldi, bu okulları açalım, yoksa ne olacak bunların hali” demişler. Menderes, Milletvekillerinden Abdurrahman Aslan’a dönmüş; “Sen hukukçusun bu işe bir çare bul, çocuklar askere gitmesinler” demiş ve Celal Bayar ile Bursa’ya gitmiş. Böylece Celal Yardımcı amacına ulaştı, Yüksek İslam Enstitüsü’nün açılması başka bir bahara kaldı.

YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ AÇILMAYINCA, VATAN BORCUMUZU ÖDEMEK ŞART OLDU
İmam Hatip Lisesinden mezun olduğumuz zaman askerlik yaşımız gelip çatmıştı. Yüksek İslam Enstitüsü açılmazsa askere gitmemiz gerekiyordu. Bizse eğitimimize devam etmek istiyorduk. Görüşmelerimizden sonuç alamadık ve askere gittik. O dönem lise mezunları yedek subay olarak askerlik görevini yerine getirebiliyordu. Bir buçuk yıl olan askerlik görevimizi yedek subay olarak yaptım ve sivil hayata geri döndüm.

BİZ ASKERDEYKEN TEVFİK İLERİ’NİN CESUR TAVRIYLA YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜLERİ AÇILDI
Biz askerde olduğumuz dönemde, Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı, Cumhurbaşkanı Bayar, tarafından bir görevle yurt dışına gönderildi. Tevfik İleri’ye de Milli Eğitim Bakanlığına vekâlet etme görevi verdiler. Tevfik İleri’nin vekâlet ettiği dönemde yetki onda olduğu için yüksek İslam Enstitülerini açılmasını onayladı. İmam Hatip Okulları ve yüksek İslam Enstitülerinin açma şerefi Tevfik İleri’ye aittir. O olmasaydı her iki okulun da açılmasının mümkün olamayacağını düşünüyorum. Çünkü Cumhurbaşkanı Bayar ve Milli Eğitim Bakanı Yardımcı bu okulların açılmasından yana değildi. Tevfik İleri ve Celaleddin Ökten’in büyük gayretiyle hem İmam Hatip Okulları açıldı hem de Yüksek İslam Enstitüleri.

YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ’NE KAYDOLDUĞUMDA OTUZ BİR YAŞINDAYDIM
1960’ta terhis oldum ve Yüksek İslam Enstitüsü’ne kayıt yaptırdım. 1964’te mezun oldum. Beyoğlu vaizi olarak göreve başladım. Daha sonra İmam hatip okullarında müdürlük, Diyanet’te Kur’an kursu yöneticiliği yaptım. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İstanbul İmam Hatip Okulunda öğrencimdi. Gaziosmanpaşa İmam Hatip Okulunun açılışında bulundum. Gaziosmanpaşa İmam Hatip Okulu, İstanbul’da açılan ikinci okuldu. Bir süre buranın müdürlüğünü yaptım. İstanbul İmam Hatip Okulu müdürüyken Diyanet’e geçtim. Burada da çeşitli görevlerde bulunduktan sonra, 1997’de Kur’an Kursu yöneticisiyken emekli oldum. Göreve başladığım zaman 35 yaşındaydım. Bizim zamanımızdaki öğrencilik koşulları böyle zor ve zahmetliydi.
İMAM HATİP OKULU’DA ÖĞRENCİ OLMAK, İLKLERİ YAŞAMAK
İmam hatip okuluna kayıt yaptırdığım zaman üç çocuk babasıydım. Ama evli ve çocuklu olduğunu kimse bilmezdi. Çünkü resmi nikâhımız yoktu. Evli olduğum anlaşılsaydı okula kaydım yapılmazdı. O dönemlerde resmi nikâha ihtiyaç pek duyulmazdı. Yedek subay olduğum zaman resmi nikâhımızı da yaptık. Sınıfta en büyük bendim. Herkes bana ağabey diye hitap ederdi. Evli olduğumdan sınıftakilerin de haberi yoktu.
BOŞ VAKİTLERİMİZİ KONFERANSLARA VE DERSLERE KATILARAK GEÇİRİRDİK
Okuldayken umumiyetle camilerde vaaz verme ve namaz kıldırma görevimiz olurdu. Özellikle de Cuma günleri. Celal Hoca’nın Sağanağa Camii’nde okuttuğu İhya derslerine katılırdık. Altı yıl bu dersler devam etti. Cumartesi günü yapılan bu derslere öğretmenlerimiz de katılırdı. Bazen konferanslar olurdu onlara giderdik. Muhammed Hamdullah’ın konferanslarını hiç kaçırmazdık.
SİNEMA VE TİYATROYA GİTMEZDİM
Arkadaşlarımdan sinemaya ve tiyatroya gidenler olurdu. Biz Celal Hoca’ya sorduk; ” Hocam Sinemaya, tiyatroya gitmek haram mı?” diye. Celal Hoca; ” Evladım, sinema ve tiyatro keskin bıçağa benzer. Bu bıçakla elma soyarsanız, ekmek keserseniz güzel bir iş yapmış olursunuz. Yok, bu bıçakla adam öldürürseniz, katil olursunuz.” derdi. Ben sinema ve tiyatroya gitmeyenlerdendim.
ABLAMIN OĞLU BEKİR TOPALOĞLU’NU, CELAL HOCA SAYESİNDE İMAM HATİP OKULU’NA KAYDETTİM
Birinci sınıfın sonunda memlekete gittiğimde, ablamın oğlu Bekir Topaloğlu, babamdan icazet almış bir köyde imamlık yapıyordu. Babam ikinci yıl onun da benimle gelip İmam Hatibe kayıt olmasını istedi. Annesi babası karşı çıktıysa da, babam Bekir’in de İmam Hatibe kaydolması konusunda ısrar etti. İkinci yıl, Bekir ve onun medrese arkadaşı Ahmet Kuloğluyla İstanbul’a geldik. İkinci yıl okula kayıt yaptırmak isteyenler o kadar çoğalmıştı ki, öğrencileri imtihana tabi tuttular, Ahmet imtihanı kazandı fakat Bekir İmtihanı kazanamadı. Celal Hoca’ya gittim ve Bekir’in hafız olduğunu söyledim. Celal Hoca; ” O zaman getir kaydedelim” dedi. Böylece Bekir’de İmam Hatip öğrencisi oldu. Daha sonra akademik hayata devam etti. Profesör olarak emekliye ayrıldı.
LEKUR HOCA HEM OĞLUNU HEM DE TORUNUNU KAYBETTİ
Bizim aileden iki kişi İmam Hatibe kaydolunca köy ahalisi şöyle bir söylenti çıkardı; ” Lekur Hoca oğlunu kaybetti, şimdi de torununu kaybetti.” Babama Lekur Hoca derlerdi. Büyük bir âlimdi ve öğrenci yetiştirirdi. Köylüler böyle söylemekte bir nevi haklıydı. O zaman okullara köy enstitüleri mezunu öğretmenler geliyordu ve çocukları sol tandanslı yetiştiriyorlardı. İmam Hatip Okulu da resmi bir okul olduğu için köy halkı, sol görüşlü öğretmenler olarak yetişeceğimizi zannediyordu.
İMAM HATİP OKULU’NUN EN ZENGİN ÖĞRENCİLERİ
Üç kişi olunca bir oda kiraladık. Kiraya çıktığımız için sınıfın en zengini bizdik. Gazla yanan bir pompalı ocağımız vardı. Onun üstüne bir sac koyardık. Sac ısınınca kızarır, ısıyayar, biz de üç kişi onun sıcağıyla ısınmaya çalışırdık. Sobayı bir Celal Hoca’nın evinde bir de okulda görürdük. Öyle her yerde soba yoktu. Daha sonra İlim Yayma Cemiyetinden hayırsever bir esnaf, kendi evinden bize soba getirdi. Anadolu’dan gelen öyle fakir öğrenciler vardı ki, tramvaya binmek için paraları olmazdı. Bu yüzden, okuldan yurda kadar yürüyerek giderlerdi. Öğrencilerin çoğu Anadolu’dan gelmişti. İlim Yayma Cemiyeti’nin yurdunda kalırdı. Öğrencilerin yemek ve giyecek masraflarına da İlim Yayma Cemiyeti karşılardı. Bizim öğrencilik dönemimizde, milliyetçilik akımı ya da milliyetçi öğrenciler yoktu. Öğrencilerin çoğu köylerden geldiği için görgüleri azdı.
CELAL HOCA SAYESİNDE BİLGİ VE GÖRGÜMÜZ ARTTI
Celal Hoca müdürlük yaptığı zamanlarda, yanına giderdik. Oğlu Prof. Saadettin Ökten, o zaman ortaokul talebesiydi. Babasının yanına geldiği zaman, kapıyı çalar, içeri girer, Celal Hoca’nın elini öper, karşısına geçer beklerdi. Celal Hoca otur demeden oturmazdı. Biz köyden geldiğimiz için böyle bir terbiye görmemiştik. Babamıza karşı böyle bir saygı göstermediğimizden bu durum tuhafımıza giderdi. Celal Hoca’nın boş vakti olmazdı. Sürekli okur, ders çalışırdı. Randevu almadan gelen kişileri mecburen buyur eder. Kahve ikram ettikten sonra misafirine de bir kitap verir; “Sen buna biraz göz at, benim yapmam gereken biraz işim var” der ve dersini çalışmaya devam edermiş. Misafir kitabı biraz okuduktan sonra sıkılır, hocadan izin ister gidermiş.
CELAL HOCA; “DERSE GELMEDİĞİM GÜN, CENAZEME GELİN” DERDİ, ÖYLE DE OLDU
Celal Hoca, her dersine hazırlanarak gelirdi. Hâlbuki birikimi, konulara hâkimiyeti tamdı. Yine de tüm derslerine hazırlanırdı. Vefat ettiğinde evde ertesi gün, Yüksek İslam Enstitüsünde bize vereceği ders için hazırlık yapıyordu. Biraz rahatsızlanmış, hanımı bir kahve yapmış ona. “İyi değilim, biraz uzanayım” demiş. Bu arada doktor çağırmışlar. Doktor kendisini muayene etmiş, ilaç yazmış ve gitmiş. Doktorun ardından Celal Hoca vefat etmiş. Onu derse beklerken, vefat haberini aldık. Celal Hoca derse hazırlanırken, o yolda gidip gelirken Hakk’a yürüdü.
SINIFIN AĞABEYİ OLARAK, BURS DAĞITMA GÖREVİ
İlim Yayma Cemiyeti kurucuları olan Topbaşlar vardı. Bahariye fabrikaları vardı. Ben sınıfın abisi olduğum için, sanırım Celal Hoca’nın da tavsiyesiyle beni çağırdılar; “Sınıftaki ihtiyaç sahibi öğrencilerin listesini yap bize ver.” dediler. Ben de bir liste yaptım ve kendilerine vermek için Eyüp’te bulunan fabrikaya gittim. Nuri Topbaş, İhtiyaç sahibi öğrencilere dağıtmam için bana para verdi, bende öğrencilere dağıttım. Bana da harçlık verirdi. Ben almak istemez; ” Babam bana gönderiyor” derdim. “Bu benim sana hediyem, gönlümden böyle geçiyor alacaksın” derdi. Ben de alırdım. Ben İmam Hatipten mezun oluncaya kadar bu durum böylece devam etti. Fabrikaya her gittiğimde bu zatı ya abdest alırken, ya da namaz kılarken görürdüm.
ÖMER NASUHİ BİLMEN’E İMAM OLMAK VE NAMAZ KILDIRMAK
Sahaflara gider, hocalarımızın bize tavsiye ettiği kitapları uygun fiyata almaya çalışırdık. Kitap aldığımız kişilerdin biri de Muzaffer Ozak Hoca Efendi idi. Bir gün bana dedi ki; ” Ömer Nasuhi Bilmen’in Muvazzah İlmi Kelam kitabı, eski harflerden yeni harflere çevrilecek. Yeni harflere geçerken kitabın biraz sadeleşmesi lazım. Ben Müftü Efendi ile görüştüm. Kendisine bu kitabın çevrilmesinde yardım edeceksin” dedi. ben de o zaman İstanbul Müftüsü olan Ömer Nasuhi Bilmen’e gittim. Böylece kitabı çevirmeye başladık. Okulda dersim bittikten sonra gider, kitabın sadeleştirilmesine yardımcı olurdum. Namaz vakti gelince benden imam olmamı ister, kendisi de bana uyar, cemaat olur namazımızı kılardık. Ben böyle bir zata imam olmaktan çok utanır, sıkılırdım. Bunu kendisine de söylerdim. Ömer Nasuhi Bilmen Hocamız; “Evladım, senin günahların benden daha az, namaz kıldırman daha makbuldür” derdi. Uzun bir süre bu şekilde kendisiyle çalışma şerefine nail oldum.
YAZ TATİLLERİNDE İLİM YAYMA CEMİYETİNDE ÇALIŞIRDIM
Okul yaz tatiline girdiği zaman, İlim Yayma Cemiyeti’nde çalışırdım. Sirkeci’de meşhur bir Konya Lezzet Lokantası vardı. Sahibi Mustafa Doğan diye bir zattı. Kendisi İlim yayma Cemiyeti kurcularındandı. Lokantanın arka sokağının karşısında bir han vardı. Bu hanın girişinde küçük bir oda vardı. İlim Yayma Cemiyetinin merkezi bu küçük odaydı. İlim Yayma Cemiyeti toplantı yapacağı zaman bu küçük odaya sığmaz, Konya Lezzet Lokantasının üst kısmında toplantı yapılırdı. Yaz tatillerinde, o küçük odada İlim Yayma Cemiyetinin müdürü Hüsnü Bey ile birlikte cemiyet işlerini yürütürdük. Daktiloyla yazmayı o günlerde öğrendim. Böylece yaz tatilini çalışarak geçirir, harçlığımı da çıkartmış olurdum.
YAZ TATİLLERİ GÖREV YAPMAMIZ İÇİN BÜYÜK BİR FIRSATTI
Ağabeyim Manisa’nın Büyük Belen köyünde imamlık yapıyordu. Ramazan ayı Haziran ayına denk geliyordu. Ben de Ramazan’da görev yapabileceğim bir yer bulabilirim diye ağabeyimin yanına gittim. Ramazan’da mukabele okuyup cemaate namaz kıldırmak için Saruhanlının Yılmazlar Köyü’ne gittim. Böylece harçlığımı çıkarmış olacaktım. Bu köyde iki kahve vardı. Biri gençler diğeri yaşlılar kahvesiydi. Bir gün gençler kahvesine gider, gençlerine sorularını cevaplar, bir gün de yaşlılar kahvesine gider, onların hal ve hatırlarını sorardım.
KAYMAKAM MEHHET EFENDİ’NİN MENEMEN OLAYINA DAİR ANLATTIKLARI
Yaşlılar kahvesinde Mehmet Efendi diye bir zat vardı. Her gün takım elbise giyen, sözü sohbeti yerinde bir zattı. Kendisini “Kaymakam” diye çağırırlardı. Bir gün bana dedi ki; “Hoca Efendi sana Menemen Hadisesini anlatayım mı? Menemen hadisesinin olduğu günlerde, Menemen’de Kavun, karpuz alır, trenle İstanbul’a sevk ederdim. Manisa Merkez’de Çeşnigir Camii vardır. Bu caminin arka tarafında, Mehmet diye bir ayakkabı tamircisi vardı. Bu adam sürekli içki içen sarhoş biriydi. Ne zaman yanına gidilse, içki şişesi masasında dururdu. Onu birileri ayarttı, kendi gibi birkaç kişi buldu. Bu kişilerle Sipil Dağını yürüyerek aştılar ve Menemen’e vardılar. Menemen’de Kubilay’ı öldürerek, o menfur olayı gerçekleştirdiler. Bu kişilerin, ne dinle ne dindarlıkla ne de tarikatla bir ilgisi vardı. O olay bir bahaneydi. Ben o günlerde tren istasyonundan, İstanbul’a mal sevk ederdim. İstasyon şefi ahbabım olmuştu. İstasyon şefi bir gün bana; ” Her gece yarısından sonra, Anadolu’dan kara vagonlar gelir. Bu vagonlarla hayvanlar taşınır. Ama bu günlerde bu vagonlara insanları doldurup getiriyorlar… Bu kişiler Anadolu’dan toplanıp gözaltına alınan hocalar ve şeyhlerdir. Bu zatları vagonlardan Jandarmalar alır ve bekleme salonuna getirirler. Sabaha kadar bu salonda bekletilirler, sabah olunca Jandarmalar bu hoca ve şeyhleri mahkemeye götürürler. Mahkemede de bu zatlar tutuklanıp hapse atılıyor ya da idam ediliyor.” demişti İstasyon şefi şahit olduğu bir olay da şu; “Böyle bir kafile bekleme salonunda bekletilirken, içlerinden bir şeyh efendi ayağa kalkar ve iki rekât namaz kılar. Namazın ardından ellerini açar; “Allah’ım beni bu zalimlerin eline bırakma!” diye dua eder. Şeyh efendi secdeye gider ve orada ruhunu teslim eder. Kaymakam Mehmet Efendi; “İşte böyle muhterem zatları Menemen olayını bahane ederek, Anadolu’dan toplayıp getirdiler, hapse attılar. Otuz iki kişiyi de astılar.” demişti.


Warning: count(): Parameter must be an array or an object that implements Countable in /home/istimderorg/public_html/wp-includes/class-wp-comment-query.php on line 399